17 Temmuz 2009 Cuma

NELSONUM MANDELAM

(Bu akşam izlediğim Goodbye Bafana/Özgürlüğün Rengi filmine istinaden)

Nelson Mandelayı nasıl bilirsiniz? Adını ilk ne zaman duydunuz? Peki ya Güney Afrika Cumhuriyeti? Bin tane ilginiz olsa kaçını bunlara verirdiniz?




Ben, neredeyse standart bütün insanlar gibi, Mandela ile ilk kez hapishaneden çıktığı veya çıkmak üzere olduğu dönemde tanıştım. Ve o zamandan beridir de tanışıklığımda hiç bir ilerleme olmadı. Gri saçları, kısaymış gibi duran boyu, sakin hali tavrı, karısı ile el ele tutuşup halkı selamlaması dışında hiç bir şey bilmem hakkında. Tabi Güney Afrika Cumhuriyetindeki siyahların özgürlüğü için, ya da ırkçılıkla mücadele için savaştığını bildiğimi de ekleyeyim. Ha bir de, direk magazinel olacak ama, haipsten çıkarken el ele tutuştuğu karısının onu bir süre sonra terk ettiğini duymuşluğum vardır, ama nedenini niçinini bilmem.



Mandela, tam 27 (bazıları 28 der) yılını hapishanede geçirmiş. Düşünsenize bir, özgürlüğünüze kavuştuğunuzda 71 yaşında olduğunuzu... Vatana ihanet suçundan tutuklanmış, ömür boyu hapse mahkum olmuş ve daha eski zamanlarda toplum için potansiyel tehlike taşıdığına inanılan ve toplumda istenmeyen tiplerin taşındığı bir ada olan Robben Adasına nakledilmişsiniz, hem de toplumdaki ünvanıyla bir "terörist" ve "komünist" olarak...

Kısa notlarla tanıtacak olursak Mandela:

- Ülkesinin ilk siyahi devlet başkanıdır
- Hukuk fakültesini bitirmiş bir avukattır
- Ülkesinin ilk siyah avukatıdır
- Irk ayrımına karşı yerli halkın kurduğu Afrika Milli Kongresine katılmış ve 1950'de Gençlik Birliğine başkan seçilmiştir. 1991 yılında ise (yani hapisten çıkınca) Kongrenin Başkanı ilan edilmiştir
- 1918'de, oğlumla aynı günde (18 Temmuz) doğmuştur ve babasının 4 kadından tam 13 çocuğu vardır
- 1964'de hükümeti devirmek için gizli plan yaptığı gerekçesiyle ömür boyu hapse mahkum olmuştur
- Lenin Barış Ödülü, Nehrü Ödülü, Bruno Kreisky İnsan Hakları Ödülü, UNESCO'nun Simon Bolivar Ödülü ve Nobel Barış Ödülü gibi sayısız ödülün sahibi olmuştur
- Üç kez evlendi
- Takma adı Madiba'dır
- Oğlu Makato'yu Aids'ten kaybetmiş, sonrasında cezaevi numarası da olan 46664 adıyla Aidsle mücadele vakfı kurmuş ve kampanyalar, konserler düzenlemiştir


Mandela, yüzlerle sayılan ödüllerine karşın, zamanında Turgut Özal'ın kendisine verdiği Atatürk Barış Ödülünü reddetmiştir. Bugün çok tartışılsa da bunun nedeni olarak Türkiyenin Kürtlere yaptığı zulmü göstermektedir. "Sayın Mandela, modern Türkiyenin kurucusu ve reformcusu Kemal Atatürk'e karşı olumsuz bir görüşe sahip değildir; lakin hayatı boyunca demokrasi, insan hakları ve özgürlük için savaşmış Başkanımız bu ödülü kabul etmemekte ve Türkiyeye bir ziyaret planlamamaktadır" diye açıklamıştır ANC (Afrika Ulusal Kongresi) ret cevabında.

İzlediğim Goodbye Bafana filminde, Mandelanın oğlu şüpheli bir trafik kazasında ölüyor ve baba Mandelanın elinden hiç bir şey gelmiyor. Hapisten çıktıktan ve devlet başkanlığını bıraktıktan sonra yolsuzlukla suçlanan bir politikacıyı seçimlerde desteklese de, şimdi cezaevi yıllarının acısını çıkartırcasına ve fakat yine de Güney Afrika gibi çok da refah olmayan bir ülkede saray yavrusu gibi bir evde otursa da, ülkesini politik olarak özgürleştirmiş olsa dahi ekonomik anlamda hala dış ülkelere muhtaç bıraksa da, bir babanın çocuğunun cenazesine katılamaması, dahası oğlunun muhtemelen kendi özgürlük savaşı yüzünden öldürülmesine seyirci kalması, inançları ve halkı adına bir ömrü hapiste geçirmesi, ülkesini ne kadar çok sevdiğinin göstergesidir.

Sırf bu yüzden de herkes tarafından saygı duyulmayı hak etmektedir zannımca...






1 Temmuz 2009 Çarşamba

SYLVIA VE PLATH

Yeni blogumun ilk yazısı Sylvia Plath ile ilgili...

Dün gece Sırça Fanus'u bitirdim. Sonraki 2 saat boyunca da Plath'ın yaşamını okudum internette. Kocası ile olan ilişkisi, çocukları, ölümü, birkaç şiiri... Daha önce Sylvia Plath ismi bende sadece zarif, güzel bir şairi anımsatıyordu, şiirlerini okumuşluğum yoktu. Dün gece okuduklarımın çoğu Türkçeydi ve hoşuma gitti. Ama orijinalinden okumayı tercih ederim, becerebilirsem tabi...


Sylvia Plath

Şimdi size biraz ansiklopedik bilgi:
Sylvia Plath, 1932 yılında Alman bir baba ve ABD'li bir anneden Massachusetts'te doğdu. Boston Üniversitesinde tanınmış bir biyoloji profesörü ve arılar konusunda uluslar arası üne sahip bir otorite olan babasını 8 yaşındayken kaybetmesi onda derin yaralar açtı. Baba ölünce, annesi, erkek kardeşi, büyükanne ve büyükbabası ile Boston'un tutucu banliyölerinden Wellesley'e taşındı. Burası önemli; tutucu bir muhitte yaşamak da en az babasının kaybı kadar etkiledi onu. Annesi tıp sekreteri yetiştirme programında öğretmenlik yapıyordu. Sylvia ve erkek kardeşi, parasız resmi okullarda eğitim gördüler. Sylvia Plath şiir yazarak, çini mürekkeple resimler yaparak geçirdi çocukluğunu. Öğrenim hayatı boyunca çeşitli burslar kazanarak farklı şehir ve ülkelere gitti. 1950 yılında, iki ayrı bursla dünyanın en büyük kadınlar üniversitesi olan Smith College'a girdi. Hem çalışkan hem de faal bir öğrenciydi. Sınıf ve okul etkinliklerinde görev alıyor, dergiler için şiir ve öyküler yazıyordu. 1951 yılında bir öyküsü ile Mademoiselle dergisinin öykü yarışmasını, ardından 1952'de yine aynı derginin üniversitelerarası yarışmasını kazandı ve konuk editör olarak New York'a davet edildi. Orada geçirdiği inanılmaz bir ayın sonunda geri döndü ve altı aylık bir ruhsal bunalımın içine girdi. İntihar girişimi, hastane, elektroşok, kayboluş, psikoterapilerin ardından Smith College'e döndü ve işlere yeniden dört elle sarılmayı başardı...

1955 yılında Cambridge Üniversitesinde okumak için bir yıllık bir burs kazandı. Burada karizmatik şair Ted Hughes ile tanıştı. Bir yıl sonra evlenerek Amerika'ya, Boston'a yerleştiler. Sylvia, devam ettiği öğretmenliği bırakarak tam zamanlı şair/yazar olma yolunda bir adım atmıştı bu arada.


Mutlu çift...

1959'da tekrar İngiltere'ye döndüler ve kızları Frieda doğdu. Bundan sonrası hızlı geçti; Sylvia, 50 sayfası bitmiş bir kitabı tamamlamak için burs kazandı, kitabını tamamlarken oğlunu doğurdu, eşiyle ayrı yaşamaya başladı ve eskiden William Yeats'ın oturduğu ve yıllardır önünden geçerken iç geçirdiği eve taşındı.


Kırda çocuklarla

Kitabı Sırça Fanus, Ocak 1963'te yayınlandı. Yapılan yapıcı eleştirilere Sylvia üzülmüştü; üstelik kötü giden evliliği, iki çocuğun sorumluluğu, yazacak yeterli vakti ve enerjiyi bulamaması, maddi sorunlar, her şey her şey onu yordu. Kimbilir belki de imdat çığlığı atmıştı da, kazayla oldu... Fakat 11 Şubat 1963'te, kitabının basılışından bir ay sonra yani, üst kattaki çocuklarının başuçlarına süt ve bisküvi koydu, kapılarının altına havlu sıkıştırdı ve aşağı, mutfağa inip fırının gazını açarak kafasını içeri soktu işte. Bu onun üçüncü denemesiydi, sonunda başardı. Sadece otuz bir yaşındaydı...

Ölümünden sonra çocuklara babaları baktı. Plath ölmeden önce Ted, kendisine aşık güzeller güzeli Assia Wevill ile ilişkiye başlamış, Plath'ın ölümünden 6 yıl sonra bu kadının da kızı ile birlikte tıpkı Plath gibi gazla intihar etmesiyle dikkatleri üzerine çekmişti. Çoğunluk, PLath'ın ölümünden onu sorumlu tuttu. Ted Hughes, 1990'lü yılların birinde, yıllarca süren "Plath sessizliği"nin ardından kansere yenik düştü. Düşmeden önce de Doğumgünü Mektupları adında bir şiir kitabı yayınladı; ki bu kitap Sylvia'ya hitap eden şiirleriyle yılların suskunluğunu bozdu sanki.

Sylvia Plath intihar ettiğinde 3 yaşlarında olan kızı Frieda şimdi Avustralya'da ve tıpkı anne-babası gibi bir şair ve ressam. Annesi öldüğünde henüz 1 yaşında olan oğlu Nicholas ise bilim adamlığını tercih etmiş ve Alaska'da bir üniversitede okyanus bilimleri dersi vermeye başlamıştı. Taa ki, belki genlerinden, belki de henüz kendini bilmediği bir yaşta yaşadığı trajik ölümden kaynaklanan bir güdüyle,bekar bir hayat sürdüğü Alaska'daki evinde 16 Mart 2009'da, 46 yaşında kendini asarak intihar etmesine dek...


Frieda Hughes



Nicholas Hughes


Yıllar sonra, bir film de çekildi Plath ve Hughes ile ilgili; Sylvia. Plath'ı Gwyneth Paltrow canlandırdı ve flimde oynama nedenini bana çok klişe gelen şu sözlerle açıkladı: "Sylvia Plath'te beni en çok çeken, sanırım inanılmaz karmaşıklıkta bir kadın olması. O, gerçekten de, pek çok paradoksa sahipti: Hem ışıl ışıl ve parlaktı; hem de çok eziyet çekmiş biriydi. Bir yandan çok hayat doluyken, bir yandan da çok depresifti."

Bense Plath'de paradoks görmedim. Şiirlerinin hayatı ile birlikte okunması gerektiğini düşündüm. Babasından, kocasından, çocukluğunda yaşadığı tutucu çevreden veya manik depresif hallerinden haberim olmasa okuduğum o şiirler anlamsız gelirdi bana muhtemelen. Duygusal, fakat hayatın içinde olmayı başaramamış birini buldum. Tek bir kitap ve birkaç şiirle. Genç öldüğü için üzüldüm. Yeni anne olmasına rağmen ölümü kendi seçtiği için şaşırdım. Daha fazlası yok. Ha, bir de güzel gülüşü kaldı aklımda, yaşlılığında hangi ağızla, nasıl gülerdi, onu merak ettim...





Okuduğum şiirler içinde en çok aşağıdaki ikisini sevdim, daha çok da ikincisini. Okumadıysanız daha önce, okuyun ve sevin:

BAYAN LAZARUS

İşte yine yaptım
Her on yılda bir
Böyle bir tane beceririm

Bir tür ayaklı mucize, tenim
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak,
Sağ ayağım

Tüy kadar hafif
Yüzüm ifadesiz, incecik
Yahudi kumaşından.

Çözün kundağı
Ah, sevgili düşmanım.
Korkutuyor muyum? -

Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
Acı nefesi
Ertesi gün yok olacak.

Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gücü
Evimde, etimde olacak

Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.

Bu Üçüncü Sefer.
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha.

Bu ne çok iplik.
Çekirdek yiyen kalabalık
İtişir içeri görmek için

Ellerimi ayaklarımı çözmelerini -
Muhteşem soyunmalar.
Baylar, bayanlar

Bunlar ellerim benim,
Bunlar dizlerim.
Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez,

Ben de onlardandım, tek tip kadın işte
İlk seferinde on yaşındaydım.
Kazaydı.

İkinci seferinde istedim
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.
Üstüstüme kapaklandım.

Tıpkı bir midye gibi.
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan
Solucanları

Ölmek
Bir sanattır, herşey gibi.
Özellikle iyi yaparım.

Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
Sanki gider gibi bir davete.

Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi

Güneşli bir günde geri gel
Aynı yere, aynı yüze, zalim
Eğlenen çığrışlara:

'Mucize!'
İşte bu yere yıkar beni.
Ama bir bedeli var.

Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.
Kalbimi dinlemenin ----
Hakikaten çalışıyor.

Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
Bir sözün, veya bir dokunuşun.
Ya da biraz kanımı akıtmanın.

Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.
Eee, Herr Doktor.
Eee, Herr Düşman.

Sizin eserinizim ben,
Paha biçilmez,
Altın topu bebeğinizim

Bir çığlığa eriyen
Dönüyorum ve yanıyorum.
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.

Kül, kül -
Külü eşele bak.
Etten kemikten eser yok----

Bir kalıp sabun
Bir nişan yüzüğü
Altın bir diş.

Herr Tanrı, Herr Şeytan
Savulun
Savulun.

Küllerin arasından
Doğrulurum kızıl saçlarımla
Ve çıtır çıtır adam yerim.


(şiirin orijinalini Plath'ın sesinden dinlemek için şuraya tıklayın: Lady Lazarus ) (umarım açılır)



Deli Kızın Aşk Şarkısı

Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi;
Açarım gözkapaklarımı ve doğar herşey yeniden.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)

Yıldızlar vals yaparlar, kırmızı ve mavi,
Ve keyfi bir siyahlık dörtnal peşinden:
Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi.

Düşledim büyüyle beni yatağa çektiğini
Ve çılgınca öptüğünü, delice şarkı söylediğini.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)

Devrilir gökten Tanrı, solar cehennem ateşleri:
Melek ve Şeytan’ın adamları çeker giderken:
Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi.

Hayal ettim söylediğin yoldan döneceğini,
Fakat yaşlandım, artık unuttum ismini.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim seveceğime seni;
Hiç değilse baharda göğü şenlendirir gelirdi.
Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)